Dr. Sadık Özen
Maliye Bakanımız Sayın Unakıtan, ülkemizde açlık veya yoksulluk sınırının altında maaş alan bir ücretlinin olmadığını söyledi. Bu söylem kesinlikle doğru olmalı. Zira, koskoca Bakan, milletin gözünün içine baka baka yalan söyleyecek değil ya. Ama sanırım, sayın maliye bakanımızın bu hesaba katmadığı şeyler var. Gördüklerimiz kadarıyla, bu tür hesaplar dört kişilik aile bazında ele alınıyor. Ortaya sürülen rakamlar dörde bölündüğünde, bir kişiye isabet eden pay açlık sınırının altında olmayabilir. Ancak, bu konuda da çelişkili rakamlar var. DİE, KESK ve TÜRK-İŞ’in açıkladıkları rakamlar birbirinden farklı ve sayın bakanın açıkladığı rakamlarla bağdaşmıyor. Ama, ben Sayın Bakanın söylediklerinin tamamen doğru olduğunu varsayıyorum. Öyle olmasa bile ortada büyük bir sorun var. Çünkü, genelde; dört kişilik kabul edilen bir ailede sadece ailenin reisi, yani bir kişi çalışıyor, diğer üçü de onun kazandıklarını yiyor. Bu durumda, gerçek, açlık veya yoksulluk sınırının altında çalışan bir görevli olmasa bile, bu sınırların altında yaşayan ailelerin var olduğudur. Ben sayın bakanımın hesaplarına itiraz etmedim. Sayın Bakanımın da benim bu görüşlerime karşı çıkmayacaklarını umarım. İster öyle hesaplansın isterse böyle, sonuç değişmiyor. Ülkemizde sıkıntı içinde yaşayan aileler var. Zaten, böyle olduğu için de, şu anda iş başında bulunan hükümetimiz, muhtaç durumda olan ailelere odun, kömür ve yiyecek yardımı yaparak onları biraz olsun rahatlatmaya çalıştı ve bizler hükümetimizin bu uygulamasını takdirle karşıladık ve bundan böyle de aynı şeyin devamını dilemekteyiz. Bu suretle, hiç olmazsa geçim sıkıntısı çekenlere bir nebze olsun katkı sağlanmış oluyor. Ama, asıl önemli olan şey bu konuda daha köklü önlemlerin alınarak tabandaki halkın zenginleştirilmesidir. Bu önlemler neler olabilir? Aklımızın erdiği kadar bu konuyu tartışmak istiyorum. Ben ekonomi uzmanı değilim, ama çok şükür akıl ve mantığım var. Şu anda, devletimiz fakir ve dış borçlar altıda eziliyor. Halkımızın ödediği vergilerin çoğu bu borçların faizine gidiyor. Ama aslında biz fakir değil, tam tersine zengin bir ülkeyiz. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz, eğer iyi işletilebilse bizi kısa sürede dünyanın zengin ülkeleri arasına sokabilir. Ama biz, rahatımızı seçmiş, bu konular üzerine fazla gitmeden, ekonomimizi dış ekonomik güçlerin vesayeti altına sokmuşuz ve bundan da bir türlü kurtulamıyoruz. Şu anda, bütün umudumuzu özelleştirme ve yurt dışından gelecek sermayeye bağlamış durumdayız. Birkaç gün önce 2004 mali yılında en çok vergi ödeyenlerin isimleri açıklandı. Verilen listede ilginç sayılacak durumlar dikkati çekiyor. Bazı mükelleflerin geçen yıllara nazaran daha az vergi ödedikleri görülüyor. Dünyanın en büyük yüz şirketi arasında yer alan bazı gruplar ise nedense bu yıl listenin sonlarında yer almışlar. Bu durum doğrusu bana biraz garip geldi. Ekonomimiz büyüdü, dünyada en büyük gelişme hızına kavuştuk ve geçen yıla nazaran vergi gelirimizde yüzde kırklara varan bir artış yaşandı. Bu durumda, bazı büyük şirketlerin yarattığı çelişki acaba nereden kaynaklanıyor? Yoksa, bunda dış ülkelere yapılan yatırımların yarattığı vergi muafiyetlerinin mi payı var? Demek ki, mesele, kuaförlerle serbest çalışan doktorların üzerine gitmekle çözümlenemiyor. Herhalde, çözüme ulaşmak için daha derinlemesine tetkikler yapılması ve önlemler alınması gerekli. Önemli kaçak noktalarından birinin, yapılan ihracat karşılığında devletten alınan vergi iadesi ile buna aracılık yapan “Yeminli Mali Müşavirlik” hizmetleri olduğu kanısındayım. “Bireysel ve Toplumsal Yozlaşma” isimli kitabımın “Ekonomide Yozlaşma” bölümünde bu konuya değinmiştim. Bu tür olaylar, devletin küçülmesine neden olurken, özel sektörü haksız bir biçimde büyütüyor. Tıpkı hatalı hormon verilen ve sağlıksız gelişen bitkiler gibi. Ne yazık ki, şu anda, yazdıklarımın yetkili ve etkili kişilere ulaştırılabilmesi olanağından yoksun bulunuyorum. Ama, bakarsınız bir gün bunu da başarabilirim.
Saygılarımla…
11 Nisan 2005
Konyaaltı Gazetesi – Antalya